HAMBURGERİN ADI NEREDEN GELİR
'Ham' kelimesinin İngilizce'deki anlamı 'domuzun bacağının üst kısmından tuzlanarak ve kurutularak yapılan yemek' demektir. Öyleyse hamburger domuz etinden yapıldığı için mi bu adı almıştır?
Kesinlikle hayır! Hamburgerin tarihi Orta Asya'ya Tatar diye bilinen Türk toplumlarına kadar uzanır. O zamanlar savaşçı Tatar atlıları çiğ et yiyorlardı. Zamanla bu eti eğerlerinin altına koyduklarında, uzun seferlerde atın hareketleri sonucunda bu etin bir şekilde az da olsa piştiğini ve daha kolay çiğnenebilir hale geldiğini keşfettiler.
Yıllar geçtikçe, Asya steplerindeki uzun seferlerinin sonunda bu eti eğerin altından çıkarttıklarında ona tuz, biber ve soğan da ilave ettiler ve sonunda bugünkü bilinen 'Tatar Bifteği' ortaya çıktı.
Almanya'nın Hamburg şehrinden bir tüccar, ticaret amacı ile gittiği Orta Asya'da 19. yüzyılın ortalarında Tatar Bifteği'ni görür ve Almanya'ya getirerek Hamburg Bifteği olarak sunar. Daha sonraları bir aşçı bu eti kızartarak servise sunar ve ona 'Hamburg'a ait' anlamında hamburger adını verir.
Hamburger Almanya'yı iki yolla terk eder. Yine 19. yüzyılda bir fizikçi ve aynı zamanda yemek geliştirme uzmanı olan Dr. J. H. Salisbury hamburgeri İngiltere'ye getirir. Salisbury sağlıklı bir yaşam için günde üç kere, önceden sıcak su ile yıkanmış biftek yenilmesi gerektiğine inanıyordu. Bu şekilde hazırlanan hamburgere İngiltere'de 'Salisbury Bifteği' adı verildi.
Diğer yolla ise, 19. yüzyılın sonlarında Alman göçmenleri ile Amerika'ya gitti. Hamburger etinden yapılan köftelerin ismi burada hamburger olarak yerleşti. Yani tarihinin hiçbir safhasında hamburgerin içinde domuz eti olmadı. Gerisin geriye Türkiye'ye döndüğünde ise tarihinin atalarımıza dayandığını bilmeyenler geleneksel damak tadımıza uygun olmadığını ileri sürdüler.
Bu arada belirtelim ki, Birinci Dünya Savaşı sonrası ABD'de İngilizce'deki Alman kökenli kelimeleri ayıklamak için yapılan çalışmada, hamburgerin ismi de 'Salisbury
PATLANMIŞ MISIR NASIL PATLIYOR
Patlamış mısırın hikayesi beş bin yıl evveline, Amerika kıtasına kadar uzanıyor. Amerika yerlileri gıda için kullanılacak mısır ile içi daha sulu olan patlayabilir mısırların arasındaki farkı biliyorlardı.
Kolomb kıtaya ayak bastığında yerlilerin mısır kültürünü gördü, ama asıl ilgi 1510'lu yıllarda Güney Amerika'da terör estiren Hernanda Cortes'in Aztek'lerin dini ayinlerde ipe dizilmiş patlamış mısırları yediklerini görmesi ile başladı. Üstelik yerliler mısırı bir çeşit şişe geçirerek, tekrar tekrar ısıtarak veya kızgın kuma gömerek değişik şekillerde patlatarak yiyorlardı.
Amerika kıtasının keşfinden sonra Avrupa'ya getirilen ürünlerin içinde en ünlüleri patlamış mısır ve tütündü. Birincisine çok fazla yağ ve tuz ilave etmezseniz, kesinlikle ikincisinden daha sağlıklıdır. Ancak tüm mısır taneleri patlamaz. Patlayan mısırın gizemini yaratan iki faktör vardır: Mısır tanesinin içinin çok güzel bir ısı geçiş özelliği ve müthiş bir mekanik mukavemete, yani sağlamlığa sahip kabuğu.
Mısıra dikkatli bakıldığında, etrafında kalın ve su geçirmez bir kabuk olduğu görülür. Bunun altında iki tabaka daha vardır. Tanenin bu iç kısımlarındaki moleküllerin sıralanış biçimi, normal mısır tanelerine göre daha düzenlidir. Bu sayede ısı normal tanelere oranla neredeyse iki misli hızla içine yayılabilir.
Kalın kabuk ısıtıldığında, tanenin içi de süratle ısınır ve içindeki su, basınçlı bir su buharı oluşturur. Isınma süresince gittikçe artan bu basınç, sonunda kalın kabuğun adeta infilak ederek yırtılmasına yol açar. Tane ilk boyutundan yaklaşık 30 misli büyür, içi dışına gelir, yani tanenin içindeki yumuşak kısım dışarı çıkarak yenilebilir kısmı oluşturur. Bu özelliği tabiatta başka hiçbir şeyde göremezsiniz. Belki biraz ekmeğin oluşumunu buna benzetebiliriz.
Bir mısır tanesinin ideal bir şekilde patlayabilmesi için, içinde en az yüzde 14 oranında su olması gerekir. Bunun altındaki oranlarda yine patlar ama kısmen açılır, istenen sonuç alınamaz. Mısırın içersindeki su oranını artırmak için, kapalı bir ortamda üzerine su serpiştirilmesi ve beklemeye bırakılmasının faydalı olacağı söylenir ama bu işlem mısırın içindeki su oranını en fazla yüzde l arttırır. Bir mısırı iğneyle delerseniz, bir fırında veya güneş altında bekletirseniz, 150 derecenin altında ısıtırsanız, yukarıda bahsedilen suyun
DEMİR NEDEN PASLANMAZ
Çelik ile demir arasında çok az bir fark vardır. Saf demir bir bakır kadar yumuşaktır. Onun içine yüzde 2'ye kadar karbon katılması ile inanılmaz bir mukavemet, sertlik ve mekanik özellikler elde edilir ki, adı artık çeliktir. Demirin bol olması, kolay ve ucuz elde edilmesi nedeniyle çeliğin de kullanımı çok yaygındır. Ancak çelikte de, demirde olan bir zayıf nokta vardır. Paslanma, diğer bir deyişle oksidasyon.
Günlük hayatımızda kullanılan eşyaların paslanması sonucu her yıl dünyada milyonlarca dolar boşa gitmektedir. Bu kaybın büyük bir kısmı demir ve çeliğin paslanmasından dolayıdır. Paslanmayı kısaca demirin havadaki oksijen ile birleşmesi olarak tanımlayabiliriz. Aslında bu elektro kimyasal bir reaksiyondur. Bu nedenle malzemenin bir yerinde başlayan paslanma boyanın altından geçerek diğer bir yerde ortaya çıkabilir.
Sadece demir ve çelik değil diğer metaller de paslanır. Örneğin, alüminyum, prinç, bronz gibi. Ancak onlarda malzeme ile oksijenin birleşmesinden oluşan çok ince tabaka, daha oluşur oluşmaz malzemenin hava ile temasını keserek koruyucu bir rol oynar, paslanmanın ilerlemesini önler. Bu tabaka o kadar incedir ki, malzemenin rengi hemen hemen değişmez. Demirdeki paslanmanın özelliği onun ve oksijen atomlarının boyutlarındaki büyük farktan dolayı yüzeyde sağlam bir birleşme olamaması, paslanmanın malzemenin içine nüfuz etmesi, sadece görüntü değil mukavemetin de bozulmasıdır.
Paslanmada havadaki nemin de etkisi büyüktür. Reaksiyondaki su miktarı pasın rengini de belirler. Bu nedenle pasın rengi siyah veya çok koyu kahverengi olabildiği gibi sarımtırak da olabilir. Paslanmanın hızını artıran faktörlerden bir diğeri de tuzdur. O da bu elektro-kimyasal reaksiyonun hızını arttırır. Kışın kar nedeni ile yollarına tuz dökülen yerler ve deniz kenarlarında paslanma daha hızlı olur.
Paslanmaz çelikten önce, paslanmayı önlemek için malzeme boyanıyor veya galvaniz kaplanıyordu. Bu çözümler de özellikle sağlık ve gıda sektöründe başka sorunlar yaratıyordu. İlk paslanmaz çeliği Harry Brearley, 1913 yılında tesadüfen keşfetti. Tüfek namluları için çeşitli metalleri birleştirerek deneyler yaparken bazılarının paslanmaya karşı dirençli olduklarını gördü. Her büyük buluşta olduğu gibi, o da bunu sanayicilere kabul ettirebilmek için uzun bir uğraş verdi.
Krom gibi bazı metaller, atom boyutlarının birbirine yakın olmasından dolayı oksijenle çok kolay ve süratli birleşirler. Kalınlığı birkaç atom olacak kadar çok ince ama çok sağlam bir tabaka oluştururlar. Başka reaksiyon olmaz. Bu tabaka zedelense bile tekrar oluşur. Krom belli bir oranda çeliğe katılırsa yine aynı olay olur, çelik artık paslanmaz.
Paslanmaz çeliğin içinde yüzde 10-30 krom vardır. Bu orana ve eklenecek nikel, titanyum, aliminyum, bakır, sülfür, fosfor ve benzeri elemanlara bağlı olarak kullanım
BİR BEBEĞİN GÜNLÜĞÜ
5 Ekim: Bugün var edildim. Buradayım. Varım. Müthiş bir duygu bu. Var olduğumu henüz annem ve babam bilmiyor. Bir elma çekirdeğinden bile küçüğüm. Ama ne de olsa, ben benim. Varım ya! Bu bana yetiyor. Henüz bedenim belli belirsiz, yüzüm yok ama, varlığımı ve benliğimi hissedebiliyorum. Bir kız olacağım ve baharda çiçekleri seveceğim.
19 Ekim (14.gün) : Biraz büyüdüm. Kımıldamam mümkün değil. Annem henüz farkında değil ama onun kanıyla besleniyorum. Kalbini dolaşıp gelen sımsıcak kan bana geliyor. Beni sevecek bir kalbin kıpırtılarını şimdiden hissediyorum. Annem beni çok sevecek. Annem için güzel bir sürpriz olacağım.
23 Ekim (18.gün): Hiç göremediğim bir el ağzımı biçimlendirmeye başladı. Dudaklarımda onun dokunuşunu hissediyorum. Bu "el" in dokunduğu yerler dudağım damağım oluyor. Düşünün bir yıl sonra bu elin dokunduğu yerde tebessümler açacak, güleceğim. Dudağımdan ve dilimden sözler dökülecek. Herhalde önce "Anne!" diyeceğim. Anne duyuyor musun beni? Seninle konuşacağım. Sana güleceğim. Kimilerine göre hâlâ daha var değilmişim... Nasıl olur? Varım ve gülücükler sunacak dudaklarım da olmak üzere ya... Hem sonra bir ekmek kırıntısı ne kadar küçük olursa olsun yine ekmektir. Öyle değil mi anneciğim? Ah bir konuşabilsem!
27 Ekim (22.gün): Bugün pek mutluyum. İçimde tatlı bir kıpırtı başladı. Artık bir kalbim var. Kalbim atmaya başladı. Hayatım boyunca böyle atıp duracak. Sevgilerle dolduracağım kalbimi. Tıpkı annemin ki gibi... Annem bedeninde iki kalbin birden atmaya başladığını bilseydi ne kadar sevinirdi! Duyuyor musun anne?
2 Kasım (28.gün): Her gün biraz daha büyüyorum. Kollarım ve bacaklarım da biçimlenmeye başladı. Hele bir büyüsün kollarım bak nasıl kucaklayacağım seni anneciğim. Şu ayaklarım da tamamlansın da, beraber çiçekli bahçemizde yürürüz. Belki birlikte okula gideriz.
12 Kasım (38.gün): Ah evet... Bunlar, bunlar ne kadar sevimli ve küçük şeyler. Aman Allah' ım parmaklarım da çıkmaya başladı. Bunlarla çiçek toplayacağım, annemin elini tutacağım, kalem tutacağım. Belki de güzel bir şiir yazacağım. Anneciğim, orada mısın? Ellerimi ellerinin arasına koymak için sabırsızlanıyorum.
20 Kasım (46.gün): Oh, nihayet.. Annem doktora gitti. Burada olduğumu öğrendi.. Yaşasın! Doktor teyze özel bir cihazla gördü beni. Ultrason diyorlarmış. Resmimi bile çekti. Sevinmiyor musun anneciğim? Seneye kalmaz kollarının arasında olacağım...
25 Kasım (51.gün): Artık babam da burada olduğumu biliyor. Fakat henüz kız olduğumun farkında değiller. Onlara sürpriz yapacağım..
10 Aralık (66.gün): Bugün yüzüm tamamlandı. Artık iki güzel gözüm, bir küçük burnum, dudaklarım ve yanağım var... Anneme benziyorum galiba...
13 Aralık (69.gün): Artık çevreme bakabiliyorum. Etrafım çok karanlık ama olsun. Yine de mutluyum. Yaşıyorum ve varım. Kısa bir süre sonra gün ışığını görebileceğim, renkleri ve çiçekleri tanıyacağım. Rüyamda gördüm. Dünyada gökkuşağı diye bir şey varmış.. Onu çok merak ediyorum.. Anneciğim, babacığım sizin yüzünüzü de göreceğim. Tanışacağız.... Mutlu olacağız. Gülüşeceğiz...
24 Aralık (80.gün): Kulaklarım daha iyi duyuyor artık. Anneciğim, senin kalbinin seslerini duyuyorum. Benim kalbimin atışlarını da sen duyabiliyor musun? Hatta sesini bile tanıyabiliyorum. Sesin ne kadar tatlı... Hiç duymadığım bir şey bu... Güzel ve sağlıklı bir kız olacağım. Kollarında uyuyacağım, yüzüne bakacağım, o tatlı sesini dinleyeceğim. Benim için ninni de söyleyecek misin anneciğim? Sen de beni özlüyorsundur mutlaka... Beni koklayacaksın.. Çok seveceksin, degil mi?
28 Aralık (84.gün): Anne burada bir şeyler oluyor. Doktor abla neden mutsuz bakıyor böyle... Sen acı çekiyor gibisin. Kalp seslerin değişti... Sustun. Benimle niye konuşmuyorsun anne? Anne... Anne... Anneciğim... Yüzümde soğuk bir şey hissediyorum. Anne, yüzümü parçalıyorlar... Anne bir şeyler yap... Anne... Kolumu çekiyorlar anne... Canım yanıyor anne... Anne... Ayaklarımı parçalıyor bu şey anne... Beni sana bağlayan damarı kopardılar anne... Anne kalbimi parçalıyorlar... Anneciğim... Anne... Anne... An... Ah!
İNSANLAR DÜNYADAN KAYBOLURSA NE OLUR
İnsanlar birdenbire ortadan kaybolursa, Dünya nasıl bir yer olur. İşte Alan Weismann 'The World Without Us' (Bizsiz bir Dünya) adlı ktiabında bu konuya değinmiş.
Arizona Üniversitesi profesörü olan Weismann, kitabı ile ilgili araştırmaları için Türkiye'ye de gelmiş.
Weismann'ın Bizsiz bir Dünya adlı kitabı, Türkiye'de Altın Kitaplar Yayınevi tarafından satışa sunulmuş olması lazım
İyi bir beyin jimnastiği olmuş. Yıkılmış-bozulmuş bir geleceği kurgulamış. Ancak biz olmaksızın.

2 GÜN SONRA
İnsanların dünyadan birden bire kaybolmasının ardından New York şehrinin altındaki tünelleri ve metroyu sular basacak.

2-4 YIL SONRA
Sularla dolan tüneller yavaş yavaş çöktüğü için binaların temelleri zarar görecek. Yollar da çökmeler meydana gelecek.

5 YIL SONRA
Binaların yıkılmaya başlaması ile borulardaki gaz açığa çıkacak. küçük bir cam parçasından başlayan kılılcımla yangınlar çıkacak

7-10 YIL SONRA
gaz borularının ve ısınmak için binalardaki yakıtların elektirik kıvılcımlarıyla yanmasıyla binalar artık kullanılamaz halde yanmanın etkisiyle beton armeler iyice çürümüş ve dökülmeye başlamiştır

20 YIL SONRA
mevsimlerin üzerinden geçtigi kentler içlerinde su birikintileri kalan binaların çürümesi

50 YIL SONRA
metro tünellerinin bakımsızlıktan çürümesi çökmesi sonucu tünellerdeki suyun yollarda dere oluşturması

50-100 YIL SONRA
doğa artık şehrin pis ortamını kirli sokaklarını iyice temizlemiş ve kendi bünyesine almaya başlamıştır


300 YIL SONRA
Şehirdeki bir çok binayı yabani bitkiler saracak. Yapıların dayanıklılığı zayıflayacak. Binalardaki çelik iskelet dışındaki bölümler yavaş yavaş yok olacak

500 YIL SONRA
Yabanı bitkiler gökdelenlerin en tepesine kadar her yeri kaplayacak. Yabanı hayvanlar hayalet şehirlerin içerisinde barınmaya başlayacak. Belki de yeni canlı türleri ortaya çıkacak.

14 BİN YIL SONRA
artık buzul devri kendini göstermeye başlamıştır ve güçlü olan hayvanlar hayatta kalabiliyor

15 BİN YIL SONRA
Dünya ısısının azalmasıyla buzullar artacak. Buzulların şehirlerde yarattığı tahribat daha fazla olacak

BUZUL ÇAĞI
Dünya sonunda Buzul Çağı'na girecek. Şehirler dev buzulların altında kalacak. Dev buzulların hareketleri sonucunda dev yapılardan arta kalanlar binlerce kilometre ötelere süreklenecek. Belki New york'un Özgürlük Anıt'ı Avrupa sahillerine kadar gelecek.
İşte insan bir gün dünyadan tamamen silindiğinde gerçekleşecekler
2. gün : elektrik kesintisinin ardından, manhattan daki gelişmiş metro ağının sular altında kalmasını önleyen pompalar devre dışı kalacak. metro tünelleri sular altında kalmaya başlayacak
1. hafta : acil durumlarda nükleer reaktörlerdeki soğutma sistemini çalıştıran jeneratörlerin yakıtları tükenecek. nükleer santrallerde yangınlar çıkacak, patlamalar olacak.
1. yıl : dünya çapında, kentlerin bulunduğu yerlerde bir zamanlar doğal olarak yaşayan hayvanlar sokaklarda gezmeye, binaları sığınak olarak kullanmaya başlayacaklar.
3. yıl : soğuk bölgelerdeki su boruları içlerindeki suların donmasayla çatlayacak. bu durum, binaların duvarlarının da ayrılmasına neden olabilecek. insanlarla birlikte yaşayan hamamböcekleri ve küçük kemirgenler gibi canlılar, besinlerin tükenmesi nedeniyle ve ısıtma olmadığı için soğuktan etkilenerek bir kaç kış içinde tükenecekler. cadde ve sokaklarda, binalarda çatlayan asfalt ve betonun aralarında otlar ve ağaçlar bitmeye başlayacak. hava kirliliği ortadan kalktığı için binaların yüzeyleri likenlerle kaplanmaya başlayacak.
5. yıl : büyük kentlerin çoğu, giderek biriken kurumuş yaprakların yıldırımların etkisiyle tutuşması sonucunda yangınlara teslim olacak. ahşap binalardan geriye pek bir şey kalmazken, betonerme binalar, her ne kadar hasar görselerde ayakta kalabilecekler.
10. yıl : çatıları sağlam olmayan binaların çatılarından sızan sular binaların içlerinde çürümelere ve ahşap binaların çatılarının çökmesine neden olacak. ısıtma sistemleri artık çalışmayan binaların çatı ve duvarları, sızan suların sürekli donması ve erimesi nedeniyle çatlamaya ve dağılmaya başlayacak.
20. yıl : çoktan sular altında kalmış olan metro hattındaki trenler ve tünelleri çökmekten koruyan metal sütunlar ve kolonlar paslanmaya başlayacak ve tüneller çökecek. caddeler, derelere dönüşmeye başlayacak.
100. yıl : hemen hemen bütün binaların çatıları çökmüş olacak ve bu onların çöküşünü hızlandıracak. büyük depremler, belki de bazı kentleri yerle bir edecek.
300. yıl : asma köprüler bakımsızlıktan ve paslanmadan çökecek. ancak kemerli köprüler daha yüzlerce yıl ayakta kalabilecek.
500. yıl : ılıman ve sulak bölgelerde ormanlar kentlerin yıkıntılarının üzerini büyük oranda kaplamış olacak. tarlalar da doğalk bitki örtülerine kavuşakcaklar. insan yapımı bir çok malzeme, özellikle plastik olanlar hala ortalıkta olacak.
5000. yıl : atom bombalarının içerdiği nükleer başlıkların içindeki radyoaktif madde, aşınan başlıklardan dışarı sızmaya başlayacak ve plütonyum-239, çevredeki bir çok canlı için tehdit oluşturacak.
15000. yıl : buzul çağı başlamış olacak ve orta enlemlere kadar inen buzullar şehirlerde ayakta kalan binaları yerle bir edecek.
35000. yıl : 20. yüzyılda kurşunlu benzin kullanımı sonrasında ortaya çıkan kurşunun topraktaki derişimi normal düzeye inecek.
100.000 yıl : atmosferdeki karbon dioksit oranı, endüstrileşmeden önceki düzeye inecek (bu daha fazla sürebilir)
250.000 yıl : atom bombalarından çevreye yayılan plütonyumun yaydığı radyason doğal düzeye inecek.
1.000.000. yıl : plastiklerin bir çoğu hala bozulmadan kalmış olabilir. kimse bunların ne kadar dayanabileceğini tam olarak bilmiyor.
10.000.000. yıl : insan yapımı bir çok nesne toprağa karışırken, bronzdan yapılan heykeller çok da fazla bozulmadan insan ırkının yadigarı olarak kalıyor.
1.000.000.000 yıl : güneş ısısını artırmaya başladığı için yeryüzü giderek ısınmaya başlayacak. bir çok tür buna uyum sağlamakta güçlük çekerek yok olacak.
4.500.000.000. yıl : güneş, kırmızı dev haline gelerek iyice genişleyecek ve yeryüzü sıcaklıktan kavrulacak. yeryüzünde yaşayan canlılar bu aşamadan çok uzun süre önce çoktan yok olmuş olacaklar...